NEŞELİ MİLİTANLIK: TOKSİK ZAMANLARDA DİRENİŞİ ÖRMEK
- Emir Ruşen
- 28 Ara 2024
- 12 dakikada okunur

Nick Montgomery ve Carla Bergman’ın kaleme aldığı Neşeli Militanlık, radikal hareketlerin ve toplumsal mücadelelerin öz eleştirisini sunan kapsamlı bir analiz niteliğindedir. Kitap bir yandan kapitalist ve liberal tahakküm sistemlerinin eleştirisini yapar, diğer yandan radikal toplulukların içinde doğan sekterlik, paranoyak okuma biçimleri ve derin güvensizliğin bireyleri ve kolektifleri nasıl tükettiğini tartışır. Hem bireysel hem de toplumsal dönüşümün dinamiklerine odaklanan bu çalışma, neşe temelli bir militanlığın yalnızca bir alternatif değil, aynı zamanda sürdürülebilir bir direniş biçimi olarak nasıl inşa edilebileceğine dair bir perspektif sunar.
Güç sahipleri hükmedebilmek için, dönüşümü mümkün kılacak güçleri sürekli olarak bastırmaya ve denetim altında tutmaya ihtiyaç duyar. Tabiiyetindekilerin sadece boyun eğmeleri yetmez, özgüçlerinden de kopartılmaları gerekir. Her tahakküm rejimi, ezilenlerin kültüründe dönüşümü besleyen güç kaynaklarını yozlaştırmak ya da asıl amaçlarından saptırmak zorundadır. Ancak tarihsel bağlamda dönüşüm gayesiyle ortaya çıkan hareketlerin başarısızlıklarının her zaman dışsal saldırılardan kaynaklanmadığı; kimi zaman bu hareketlerin kendi içsel çelişkileri ve kültürel alışkanlıkları yüzünden çözülme yaşadığı görülür. Radikal hareketlerin doğası gereği, toplumsal dönüşümü hedefleyen ve mevcut küresel tahakküm yapılarını sorgulayan bir potansiyele sahip oldukları düşünülür. Ancak bir grup inançlı insanla kurulmuş bu hareketler zamanla yozlaşır, eski dinamizmini kaybeder. Neşeli Militanlık, bu hareketlerin kendi iç dinamikleri yüzünden nasıl bir tür çürümeye sürüklendiğini ele alır. Yazarlar, bu durumun sadece dışsal baskı ve saldırılarla değil, hareketlerin kendi içindeki kültürel ve psikolojik alışkanlıklarla da şekillendiğini savunur. Bu noktada, yazarlar radikal hareketlerin sekterleşerek yaratıcı enerjilerini ve değişim iradesini nasıl kaybettiklerini, sonunda kendini tüketen bir döngüye nasıl hapsolduklarını tartışır.
Bu çerçevede, Neşeli Militanlık, yalnızca bir eleştiri metni değildir; aynı zamanda bir arayışın rehberi niteliğinde, okuyucuya umut veren bir çağrıdır. Yazarlar, neşe kavramını basit bir duygulanım hali olarak değil, dönüştürücü bir güç olarak ele alır; neşeyi, tahakkümün tüketici etkilerine karşı kolektif bir bağışıklık sistemi olarak tanımlar. Neşe, yalnızca bireylerin hayatta kalma stratejisi değil, toplumsal mücadelelerin sürdürülebilir bir biçimde kendini yeniden üretmesini sağlayan yaratıcı bir zemindir. Yalnızca toplumsal hareketler için değil, bireylerin günlük yaşam pratikleri açısından da anlam taşır. Zira neşe, yalnızca bir duygu değil, aynı zamanda tahakküm altındaki dünyada direnmenin ve özgürleşmenin bir biçimi; tüketmek yerine yaratmanın, yıkmak yerine yeniyi inşa etmenin bir yoludur. Bu nedenle, neşeyi bir direniş biçimi olarak kavramak; yalnızca radikal hareketlerin değil, insanın kendisiyle ve çevresiyle kurduğu ilişkinin yeniden tanımlanmasını gerektirir.
Sekterlik
Yazarlar, sekterliği, radikal hareketlerin içeriden çöküşüne yol açan en tehlikeli eğilimlerden biri olarak tanımlar. Sekterlik, bir grup veya bireyin, kendileriyle aynı görüşleri paylaşmayanlarla uzlaşma ve diyalog kurma yerine, dogmatik ve dışlayıcı bir tutum sergileyerek kendi fikirlerini dayatması olarak tanımlanabilir. Genellikle basit görüş farklılıklarındansa, daha aşırı ve çoğu zaman yıkıcı olan bir duruma dönüşür. Bu fikirleri savunanlar, kendileri ile birebir aynı düşünmeyen bireyleri "öteki" olarak reddeder. Gruptaki bireylerin dünyayı basitleştirilmiş, tek yönlü bir anlatı içinde algılamasına ve tüm farklılıkları dışlamasına yol açar. Bunun yanı sıra, sekterleşmiş bir grubun içinde, herhangi bir eleştiri veya farklı görüş, tehdit olarak görülür.
Nihayetinde bu tutum, bir yandan hareketlerin enerjisini tüketirken, diğer yandan topluluk içi dayanışmayı parçalar. Yaratıcılığı beslemesi gereken eleştiri, artık sadece kusur bulmaya ve mevcut normları muhafaza etmeye yarar. Bu durum, kolektif hareketlerin dayanışma ve yenilik üretme kapasitesini felce uğratır. Farklılıkları ve yaratıcılığı boğarak sadece dar bir ideolojinin hüküm sürdüğü bir alan yaratır. Yazarların, bu sorunu açıklarken yönelttiği şu soru, radikal hareketlerin temel bir açmazını sorgular nitelikte:
“Nasıl oluyor da kendimizi en canlı ve güçlü hissetmemiz gereken alanlar; bazen soğuk, boğucu ve sekter alanlar haline geliyor?”
Bu sorunun yanıtı, toplumsal hareketlerin içerisindeki mikro iktidar dinamiklerinde yatar. Radikal alanlarda “kim daha radikal” sorusu üzerinden süregelen bir yarış, hareketlerin temel motivasyonunu aşındırır. Bu durum, bireyleri eleştiriye kapalı hale getirirken, topluluk içi güven ve dayanışmayı de yıkar.
“Sekter radikalizm, birlikte öğrenmenin, birbirimizi dinlemenin ve sorgulamanın ve tabiiyetimizi (ve köklü alışkanlıklanmızı) ortadan kaldırmanın önünde engeldir.”
Öyle ki, kendimizi en hayat dolu, ümitvar hissetmeyi umduğumuz anda kuşkuyu ve endişeyi besler. Dikkatlerimizi hem kendimizdeki hem de başkalarındaki kusur ve tutarsızlıklara yöneltir. Deneyim ve merakı yerle bir eder. Bazen farklılığa, karmaşıklığa ve detaya düşman; bazen de kendini en karmaşık ve en detaylı şey olarak sunup, kendi dışındakileri basit ve aptal kabul eder. Böylelikle radikalizm, aktif ve dönüştürücü bir eylemden ziyade bir ideale dönüşür ve herkes bu ideal karşısında yetersiz kalır. Bu anlayış, bireylerin yeni deneyimlere açıklığını ve yaratıcılıklarını köreltirken, hareketleri de statik ve kısır bir yapıya dönüştürür. Kendi içinde kapalı, eleştiriyi sadece dış tehditlere yönlendiren bu yapı, dönüşüm potansiyelini tamamen kaybeder.
“Sekter radikalizm, olanakları daha da daraltır: Ya boğucu ve tüketici bir atmosferde kalmaya devam edersin ya da aynlır ve İmparatorluk'un önüne koyduğu yaşam formunu idame ettirmeye çalışırsın. Pek çok insan açısından aslında burada bir seçim falan da yoktur, çünkü hayatın idame ettirileceği alanlar, zaten sekter radikalizmin hakimiyet kurduğu alanlarla bağlantılı alanlardır. Böyle bakınca, sekter radikalizm ölümcül olabilir.”
Bu tür bir ikilem, birçok bireyin radikal hareketlerden çekilmesine neden olur. Sessizce hareketten ayrılanlar, hareketin içindeki toksik kültürün sorgulanmasını imkansız hale getirir. Fakat ayrılıklar her zaman sessizce olmaz. Beklenen sonuçlar elde edilemediğinde, grup üyeleri iç düşmanlar arar. Hain bulmak, ortaya çıkan hayal kırıklığını yönlendirmek için kullanışlı bir seçenektir. Bu, ideolojinin yanılmaz olduğu ve sadece içsel yıkıcı unsurların başarısızlıkları açıkladığı yanılsamasını sürdürmeyi sağlar. Bu, yalnızca bireylerin kaybı anlamına gelmez; aynı zamanda toplulukların kolektif mücadele kapasitesinin ve umudunun da aşınmasına yol açar. Dışlanmış üyeler; sosyal izolasyon, bağların kaybı ve depresyon gibi süreçlerin sonunda radikalizmi reddetme/kayıtsızlaşma veya oportünist bir tercihte bulunarak eleştirdikleri bir düzene/imparatorluğa yeniden entegre olma gibi ahlaki krizlerle karşı karşıya kalır.
Performatif Aktivizm
Sekterleşen modern radikal hareketlerin en büyük zaaflarından biri de, görünürlük ve performans odaklı bir tutum geliştirmeleridir. Medya, sekterliğin yayılmasında önemli bir rol oynamaktadır, özellikle de dijital iletişim çağında. Sosyal medya, bireylerin sadece kendileriyle aynı fikirleri paylaşanlarla iletişim kurmasını sağlayan "yankı odaları" yaratır. Bu yankı odaları, çoğunlukla algoritmalar aracılığıyla beslenir ve bireylerin fikirlerini pekiştiren içeriklerle dolu hale gelir. Ayrıca, internetin sunduğu anonimlik ve fiziksel mesafe, aşırı görüşlerin ve agresif tutumların daha kolay ifade bulmasını sağlar, sekterliğin hızla yayıldığı bir zemin oluşturur. Sekterlik, bireylerden yalnızca bir ideolojiye uygun davranmalarını değil, aynı zamanda sürekli olarak bunu kanıtlamalarını talep eder. Sekter çevrelerde birey, topluluğun onayına bağımlı hale gelir. Bu onay; radikal görünüm, başkalarını yargılama, ahlaki saflık ve ideolojik doğruluk üzerinden şekillenir. İnsanlar, birbirlerinin hatalarını teşhir etmek, doğru politik dili kullanmayanları dışlamak gibi davranışlarla birbirlerinin enerjisini tüketir.
İyi muhakeme edebilmek ve makul bir sonuca ulaşabilmek için belli bir tutum dayatmaktan kaçınıp dinlemeyi ve diyalog kurmayı öğrenmemiz gerekir. Ancak modern siyasi bağlamlarda, bu bir ideal olmaktan uzaktır. Siyasi söyleme dinamizm ve güç göstergesi olarak tasarlanmış, hızlı, keskin yorumlar hakimdir. Çoğu kişi politik tartışmalarda kendi görüşlerinin sorgulanmasına mahal vermez. Yazarların bu noktadaki değerlendirmesi oldukça çarpıcıdır:
“Beğeni alındığında modun yükseldiği, görmezden gelindiğinde modun düştüğü sosyal medyadaki endişeli hal; yeni bir şeyle karşılaşıldığında hissedilen şüphe ve hınç ve meraklı olmanın saftiriklik olarak algılanması, buna karşın küçümsemenin sorun olarak görülmemesi. Bu olgunun belirli zamanlarda ortaya çıktığını fark ederiz; belirli bir şekilde davranmamız, nefretimizi doğru şeylere yöneltmemiz ve doğru adımlar atmamız konusunda bir gereksinim hissettiğimiz zamanlarda. Hepsinden önemlisi bu olgu; farklılığa, meraka, açıklığa ve deneyimlemeye düşmandır.”
Bu ifade, politikanın görünürlükle sınırlanmasının nasıl bir yüzeysellik yarattığını ve bireylerin derinlikli dönüşüm yerine kısa vadeli toksik onay arayışlarına yöneldiğini ortaya koyar. Performans baskısı, bireyleri yalnızca mevcut normları pekiştiren bir döngüye hapsederken, yaratıcı ve yenilikçi eylemleri sınırlar. Hareketin içindeki bireyler, kendilerini sürekli bir kusur arayışı içinde bulur, güven ve dayanışma baltalanır. Hareketlerin içinde hüküm süren kusur bulma ve eleştiri kültürü, bireylerin kendilerini sürekli yetersiz hissetmelerine neden olur. Yazarlar, bu tutumun aksine, direnişin yalnızca büyük eylemlerle ya da kamusal alanda görünen pratiklerle sınırlı olmadığını savunur. Aksine, sessiz ve fark edilmeden gerçekleşen dayanışma biçimleri, toplumsal dönüşümde derin bir etkiye sahip olabilir.
“Politika görünürlük saplantısı ve sekterliğin hakim olduğu bir dünyada yapılmadığında, sayılmayan ve asla sayıya dökülemeyecek olan şeylerle dolu çok geniş bir alan oluşur: İnsanların kimse onlara bakmadığında yaptığı mucizevi şeylerle, sessizce ve fark ettirmeden birbirlerine sundukları desteklerle, farklı yaşam ve mücadele biçimleriyle olan karşılaşmalarla gelen tereddüt ve şaşkınlıklarla, sır olarak kalan direniş ve sabotaj eylemleriyle, yıllar ya da on yıllar süren, yavaşça ilerleyen dönüşümlerle ve kelimelere dökülmesi ya da kamusal olarak görünürleşmesi ve tarifi imkansız, neşeli direniş ve hareketlerle dolu bir alan.”
Bu sözler, direnişin sadece meydanlarda ya da gösterilerde değil, gündelik hayatın içinde, gözlerden uzak anlarda da var olduğunu vurgular. Sessiz direniş, bireyler arasındaki küçük ama anlamlı dayanışma anlarıyla güçlenir. Performans baskısı, bireyleri birbirine yakınlaştırmak yerine ayrıştırır. Sessiz direniş ise tam tersine, bireyler arasında derin bağlar kurmayı ve dayanışmayı pekiştirmeyi amaçlar. Bu, yalnızca kişisel bağları değil, aynı zamanda topluluklar arası güveni de artırır. Mücadelenin performansa dönüşmesi, toplumsal dönüşümle çelişir. Performans odaklı politikalar, bireyleri izleyici onayına bağımlı kılarken, dönüşüm odaklı direniş, bu bağımlılığı aşmayı ve gerçek değişimi mümkün kılmayı hedefler.
Yazarların ifade ettiği gibi, direniş yalnızca büyük ve görünür hareketlerden ibaret değildir. Sessiz direniş, toplumsal dönüşümün incelikli ve derin biçimlerini temsil eder. Bu direniş biçimi, bireylerin ve toplulukların birbirine destek olduğu, uzun vadeli dayanışma ve dönüşüm pratikleri geliştirdiği bir alanı ifade eder. Politik performansın sınırlayıcı etkilerini aşmanın yolu, bazen sessiz ama daima güçlü dayanışma eylemleriyle mümkün olabilir.
Sessiz direniş, bireylerin kendilerini ve çevrelerini dönüştürme kapasitelerini keşfettiği anlarda ortaya çıkar, genellikle neşe ile beslenir. Neşe, bireylerin mevcut koşulların ötesine geçme cesaretini artırırken, topluluk içinde dayanışmayı güçlendirir. Bu bağlamda, sessiz direnişin en önemli özelliği, sürdürülebilir bir şekilde neşeyi koruyabilmesidir. Yazarlar, bu noktada, neşenin salt bir mutluluk olmadığını vurgulayarak mutluluk ve neşe arasındaki farkları tartışır.
Mutluluk ve Neşe
Kitapta mutluluk ve neşe arasında yapılan ayrım, bireylerin duygusal deneyimlerini anlamlandırma biçimleri üzerine derin bir düşünme fırsatı sunar. Yazarlar, bu iki kavramı radikal bir bağlamda ele alarak, mutluluğun kapitalist sistem tarafından nasıl araçsallaştırıldığını ve neşenin dönüştürücü gücünü vurgular. Bu ayrım, sadece bireysel deneyimler için değil, toplumsal hareketlerin doğası için de hayati öneme sahiptir.
Yazarlar, mutluluğun neoliberal kapitalizmin bireyleri uyuşturmak için kullandığı bir araç olduğunu ifade eder. Neoliberal kapitalizm zevk, saadet, doyum, canlılık, zindelik veya memnuniyet vaat ederek; özneleri istek, zaaf ve bütçelerine bağlı olarak yaşamalarını ve yaşamlarını bu mutluluk arayışı üzerine kurmalarını teşvik eder. Bireyleri kontrol altına almak için mutluluk vaatleriyle donatılmış bir sistem sunar. Bu sistemde mutluluk, bireylerin hayatlarını idealize edilmiş standartlara göre yaşamalarıyla ölçülür. Sosyal medya, reklamlar ve tüketim kültürü, bireylere sürekli bir “eksiklik” hissi yükler. Mutluluğa ancak daha fazla tüketimle ya da daha fazla görünmeyle erişilebileceği algısını yaratır. Mutluluk, reklamlarla pazarlanan bir “iyi yaşam” vaadiyle özdeşleşir. Ancak bu mutluluk anlayışı, bireylerin yaşamlarını yüzeysel bir tatmin arayışıyla sınırlandırır. Kitapta, bu durum şu şekilde dile getiriliyor:
“Mutluluk, köpeklerin arabaların peşinden koştuğu gibi peşinden koşmamız beklenen saçma sapan bir şeydir, sürgit bir iyilik hissetme halinin mümkün olduğunu ima eder.”
Bu noktada yazarlar, mutluluğun bireyler üzerindeki uyuşturucu etkisine dikkat çeker. Mutluluk, yalnızca bireysel bir tatmin değil, aynı zamanda bir bağımlılık biçimine dönüşür. İnsanı sürekli olarak daha fazlasını istemeye teşvik ederken, anlamlı bağların yerini yüzeysel hazlar alır. Bu sahte tatmin hali, bireylerin toplumsal adaletsizliklere karşı duyarlılığını azaltırken, onları mevcut düzenin pasif birer parçası haline getirir. Mutluluk, dışsal ödüllerle ilişkilendirildiği sürece, bireylerin kendi içsel potansiyellerini keşfetmesini ve harekete geçmesini engelleyen bir illüzyona dönüşür.
Elbette arzulara ve hayallere sahip olmak kendi başına tiksinç bir şey değildir, ancak bu hayallerin ahlaki değerini dikkate almak gibi bir görevimiz vardır. Amaç, bilhassa güçlü bir özdenetim becerimiz olduğunu kanıtlamak için bir şeylerden mahrum kalmayı öğrenmek değildir. Mesele, hedonik koşu bandında yürürken, sürekli bizi geçici olarak mutlu eden yeni deneyimlerin, ilişkilerin ve nesnelerin peşinde koşmak gibi, ahlaki dayanıklılığımızı ve psikolojik bütünlüğümüzü tehdit eden şeyleri kaçırmaktır. Yaptıklarımız kadar yapmadıklarımızla da tanımlanırız. Karakter, başka şeylerin yanı sıra, direnme, mahrum kalma, hayır deme becerisidir.
Kapitalizm, insanın bu becerisini köreltirken, bir diğer etkisi de insanları kendi yalnızlığına hapsetmesidir. Bireyleri yalnızca tüketici olarak görmekle kalmaz, aynı zamanda onları toplumsal bağlarından kopararak sanal ortamlara hapseder. Modern şehir yaşamında insanlar birbirinden izole edilirken, bu izolasyon derin bir yalnızlık ve anlam kaybına yol açar. İnsanların sevdikleriyle geçirdikleri zaman bile performansa dayalı hale gelir: bir eylemin ya da bir buluşmanın sosyal medyada paylaşılabilecek kadar “mükemmel” olması beklenir. Böylece bireyler, gerçek bağlar yerine performatif ilişkilerle yetinir.
Kapitalizm, bireyleri yalnızca ekonomik bir sistemin dişlisi haline getirirken, neşe bu dişlileri kırmanın ve yeni mekanizmalar yaratmanın bir yolunu sunar. Neşe, bireylerin yalnızca kendileri için değil, başkaları için de yaşadıkları ve yarattıkları anlarda ortaya çıkar. Bu nedenle, bireysel eylemlerden çok, kolektif dayanışma ve anlamlı bağlar içinde güçlenir. Yazarların tanımladığı şekliyle neşe, bireyleri harekete geçiren bir duygu, bir tutku olarak karşımıza çıkar. Mutluluktan farklı olarak neşe, mevcut koşullara teslimiyet değil, onları aşma cesaretiyle ilişkilendirilir. Bu, hem bireysel hem de kolektif bir farkındalığı ve eyleme geçme arzusunu içerirken, bireyin etkilenme ve etkileme kapasitesini artırır:
“Neşe eyleme geçiren bir tutku. Bir durgunluk hali değil. Her şeyden olduğu haliyle memnun olmak değil. Hem kendi içimizde, hem de yakınımızdaki insanların içinde büyüyen gücün potansiyellerinin farkına varma sürecinin bir parçası. Bir dönüşüm sürecinin getirdiği bir duygu, bir tutku. Ve bir gelişim süreci. Durumunuzu idrak etmeniz ve o an yapılması gereken şey neyse ona uygun bir şekilde harekete geçmeniz anlamına gelir. Böylelikle, değiştirme gücünüzün olduğunu, başka insanlarla birlikte bir şeyler yaparken değiştiğinizi fark edersiniz. Neşe, mevcut koşullara teslim olmak değildir.”
Bu noktada, yazarlar, neşeyi bireysel bir duygu olmaktan öte, toplumsal hareketler için de bir strateji olarak ele alır. Neşe, pasif bir memnuniyet hali değil, aksine yaratıcı bir enerjinin dışavurumudur. Bireylerin ve toplulukların yeni yollar keşfetme, mevcut koşulları dönüştürme ve birlikte dayanışma pratiklerini geliştirme kapasitesini artırırken radikal eylemleri daha yaşanabilir ve sürdürülebilir kılar. Sekterliğin öfke ve eleştiriyle sınırladığı alanların aksine, dayanışma ve ortak yaratım süreçlerine kapı açar; sadece bireysel bir dönüşümün değil, aynı zamanda kolektif bir değişimin de tetikleyicisi olur.
Neşeli Militanlık
Yazarlar, sekterlik konusunda süregelen tüm bu sorunların radikal hareketleri tamamen işlevsiz kılmadığını vurgular. Tam aksine, bu sorunların fark edilmesi, hareketlerin kendilerini dönüştürebilmesi için bir fırsat yaratmaktadır. Neşeli militanlık anlayışı, eleştiri yerine merakı, kuşku yerine yaratıcı dayanışmayı teşvik ederken sekterliğin aksine; bireylerin ve toplulukların birbirini desteklediği, birlikte hareket etmekten çekinmediği bir alan önerirler. Radikal hareketlerde sıkça görülen sekter, boğucu ve performatif yaklaşımlara karşı bir panzehir sunan Neşeli Militanlık yaklaşımı; radikal hareketlerin içsel çatışmalarını ve dönüşüm potansiyelini ele alırken, bu hareketlerin yeniden yaratıcı bir güce dönüşebileceğine dair umut vermektedir. Bu dönüşüm, eleştiri ve şüpheden ziyade, ortak bir neşe ve dayanışma duygusu etrafında mümkün olabilir.
Yazarların vurguladığı bir diğer nokta Neşeli militanlığın, bir ideal olarak değil, bir pratik olarak ele alınması gerektiğidir. Bu pratik, toplulukların diyalog ve dayanışma içerisinde birlikte öğrenme, yaratma ve dönüştürme kapasitesini artırır. Bireylerin birbirlerine destek oldukları, birlikte risk aldıkları ve ortak amaçlar etrafında bir araya geldikleri anlarda belirginleşir.
“Kimsenin bu ideallere sahip olması mümkün değildir. Neşeli ortak mefhumlara hiçbir zaman sahip olunamaz, onlar ancak kolektif olarak geliştirilebilir ve sürdürülebilirler. Bu ortak mevhumlar, dönüştürücü ilişki ve mücadelelerin içinde ve onların vesilesiyle gelişen ortak güçlerdir. Bir onur nişanesi olarak taşındıklarında ya da bir kimlik olarak benimsendiklerinde, ölürler; onlara hayat veren ilişki ve süreçlerden kopmuş olurlar.”
Bu ifade, neşenin, dayanışmayı yalnızca bir hedef olarak değil, aynı zamanda bir pratik olarak da kapsadığını gösterir. Neşeli militanlık, kısa vadeli başarıların ötesinde, sürdürülebilir bir mücadele pratiği sunar. Bu sürdürülebilirlik, yalnızca bireylerin kendi güçlerini keşfetmeleriyle değil, aynı zamanda bu gücü topluluk içinde paylaşmalarıyla mümkündür. Toplumsal hareketlerin daha yaşanabilir, daha sürdürülebilir ve daha yaratıcı bir hale gelmesi için bir yol sunar. Bu yaklaşım, bireylerin ve toplulukların yalnızca var olan sorunları eleştirmekle kalmayıp, aynı zamanda yeni yollar ve çözümler geliştirmesini teşvik eder. Neşe, yalnızca bireylerin hayatlarını değil, toplumsal hareketlerin doğasını da dönüştürme gücüne sahiptir.
Çıkış Yolu
Toplumsal hareketlerin ve bireysel eylemlerin anlamını yitirdiği, ahlakın ve ilkelerin süslü birer maskeye dönüştüğü anlarda, bireylerin karşısına iki yıkıcı seçenek çıkar: Sekterlik ve liberal kayıtsızlık. Bu iki uç nokta, birbirinden tamamen farklı görünen, ancak insanı aynı varoluşsal boşluğa sürükleyen yapılar olarak dikkat çeker. Sekterlik, ezberleri mutlaklaştırarak bireyleri bir performans ve doğruluk sınavına tabi tutar. Liberal kayıtsızlık ise, her şeyi olduğu gibi kabul ederek hiçbir şeye karşı bir duruş sergilememenin konforuna sığınır. İlginç olan şudur ki, bu iki yaklaşım insanı farklı yollarla aynı noktaya, yani amaçsızlık ve boşluk duygusuna götürür.
Sekterliğin toksik etkilerinden biri, insanlarda derin bir metal yorgunluğa neden olmasıdır. Sürekli bir kusur arayışı, bireylerin umudunu ve inancını tüketir. Bireyi yalnızca tükenmiş bir bedene dönüştürmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal hareketlerin dönüştürücü potansiyelini de yok eder. Hayal ettikleri ideallere ulaşamayan, hatta zaman zaman bu ideallerle bağdaşmayan eylemlere maruz kalan insanlar; bu boğucu atmosferde zamanla marjinalleşir ve harekete olan katkılarının bir anlam ifade etmediğine inanır. Süslü ahlaki söylemler, menfaatlere kurban edildiğinde, bireylerde derin bir hayal kırıklığı başlar. Bu hayal kırıklığı, yalnızca harekete değil, toplumsal değişimin mümkün olduğuna dair inanca da zarar verir.
Sekterliğin karşısında, görünüşte tamamen farklı bir duruş sergileyen liberal kayıtsızlık yer alır. Liberalizmin bireysel özgürlük vurgusu; kayıtsızlığı, olan bitene karşı net bir tavır alamamayı beraberinde getirir. Bu durum, bireylerin ahlaki ve politik sorumluluklardan kaçınmalarını kolaylaştırır. Liberal virüs, ardı sıra düzenlemelerle ve mücadeleleri ehlileştirerek toplumsal hareketlere sızar. Halihazırda sekter tutumun etkisiyle yıpranmış ve tükenmiş birey, bu virüse karşı bağışıklığını kaybederek onun etkisine açık hale gelir.
İnsanlar ne zaman baskının ve şiddetin adını koymak ve ona karşı çıkmak istese, onlara yaptıkları şeyin doğru olmadığını; kibar, iyi niyetli, makul, barışçıl veya sabırlı olmaları gerektiğini söyleyen birileri her zaman çıkar. Haysiyetin dönüştürücũ gücünün yerine kayıtsızlığı ve üstenci bakışı koyar. Şiddetsizliği bir stratejiden ziyade ahlaki bir zorunluluğa dönüştürerek patalojikleştirir.
“Mücadelede yer alan insanlara sürekli olarak, saygı görmek ve dinlenilmek isteniyorlarsa izlemeleri gereken "doğru" yolun ne olduğu anlatılır durur. Şiddet ve baskı üzerine yapılan sohbetler, sıklıkla, bireysel duygularla ve beyazların hislerinin siyahların yaşamlarından daha önemli olduğu anlatılarla gündeminden saptırılır.”
Böylelikle bireyleri “tarafsızlık” adı altında pasif bir izleyiciye dönüştürür. Ancak bu tarafsızlık, aslında mevcut statükoya örtük bir destektir. Kapitalizm, liberalizmin bireysel özgürlük vaadiyle örtülmüş bir çıkar sistematiği olarak, bireylerin özgüçlerini tüketmekte ve onları yalnızca itaat eden özneler haline getirmektedir. Fakat bu tür sistemlerin en sinsi tarafı, insanın yaratıcı potansiyelini doğrudan bastırmak yerine, onu kontrol edilebilir biçimlere dönüştürmesinde yatmaktadır. Politik duruş sergilemenin “fazla iddialı” veya “gereksiz” görüldüğü bu yaklaşım, bireylerin toplumsal meselelerden uzaklaşmasına neden olur. Bunun sonucu, bireylerin yalnızca kendilerine odaklandığı, ancak bu odakta bile tatminsizlik yaşadığı bir yaşam biçimidir. Bireyde derin bir anlamsızlık hissi yaratır. Çünkü bu yaklaşım, insanın temel varoluşsal ihtiyaçlarından biri olan “anlam” arayışını karşılayamaz. Bir şeylere inanmadan ve bir şeyler için mücadele etmeden, insanın kendini tamamlanmış hissetmesi mümkün değildir.
Sekter ve Liberal anlayışta ilginç olan şey, neticede bu iki zıt görünümlü yaklaşımın insanı aynı noktaya götürmesidir: Boşluk. Sekterlik, bireyi tükenmiş bir bedene dönüştürürken, liberal kayıtsızlık bireyi amaçsız, iradesiz bir varlığa indirger. Sekter çevrelerde sürekli bir doğruluk sınavına tabi tutulan birey, sonunda kendini dışlanmış ve yalnız hisseder. Liberal kayıtsızlık ise bireyi toplumsal bağlardan koparır ve yalnızca bireysel hazların peşinde koşmaya yönlendirir.
Bireylerin sekterliğin boğuculuğundan ve kayıtsızlığın anlamsızlığından kurtulması için gerekli olan dönüşüm, bireyin yalnızca bir ideolojiye bağlı kalmasıyla değil, kendi zihninde anlamlı bağlar kurmasıyla gerçekleşir. Bu boşluktan kurtuluş, yalnızca dayanışma ve neşenin yeniden keşfiyle değil, aynı zamanda anlamlı diyalogların inşasıyla mümkündür. Diyalog, bireyin kendini aşmasını ve ötekini anlamasını sağlayan temel bir pratik olarak, toplumsal bağların yeniden örülmesinde hayati rol oynar. Sekterliğin sınırlarını aşmanın yolu, insanlar arasında samimi bir paylaşımı mümkün kılacak bir diyalog zemininden geçer. Bu, yalnızca fikirlerin karşılıklı olarak anlaşılmasını değil, aynı zamanda bireyin kendini sorgulamasını ve gerekiyorsa dönüştürmesini de sağlar. Burada en kritik nokta, ötekinin fikirlerinin bizimkine bir tehdit değil, düşüncelerimizi derinleştiren, onları daha güçlü kılan bir zenginlik olduğunun fark edilmesidir.
Bu yönüyle diyalog, insana hem anlam hem de özgürlük sunar. Birey, ötekiyle yüzleştiğinde kendi sınırlarını fark eder ve kendini yeniden tanımlama fırsatı bulur. Ancak bu yüzleşme, yalnızca bir gerilim değil, aynı zamanda bir yaratıcılık alanıdır. Toplumun dönüştürücü gücü, bireylerin kendilerini ötekiyle diyalog içinde yeniden yaratmalarından doğar. Baudrillard'ın dediği gibi:
“Öteki, kendimi sonsuza dek yinelememi engelleyendir.”
Comentarios